Türkçesi: Musa Ceylan
Büyük Kültür Devrimi’nin zirve noktasında Çinliler, tabiatı değiştirecek muazzam bir işe koyulma cüreti gösterdiler. Tüm sinekleri imha etmeye karar vermişlerdi. Dayanışma ruhları öylesine güçlüydü ki bunda da başarılı oldular. Bir süre için, bu can sıkıcı yaratıkların olmadığı yaz akşamlarının tadını çıkardılar. Oh ne âlâ; hayat, sinek vızırtısı olmadan harikaydı.
Ne varki, çok geçmeden gördüler ki artık gökyüzünde büyük kartallar uçmuyordu. Erbabının çok sevdiği, nehirlerdeki o büyük soylu somon balıkları yokoldu. Ve kısa sürede Çin’in tabiatının mebzul sarayı, iskambil kağıdından yapılmış bir ev gibi çökmeye başladı. Çünkü bu tabiat hem sineklerle hem de kartallarla gelişmişti. Her bir canlı türü, dünyanın paha biçilmez birer köşe taşıdır. Ortadan kaldırmaya görün, sonuçları kestirmezsiniz. Çinliler bunu anladı, kalan sinekleri rahat bıraktı; çok geçmeden de sofralarındaki somon geri geldi. Dümencilerini mukayese ettikleri kartallar da öyle.
Ahlaki açıdan şüpheli eğilimlerle karşı karşıya bulunan iyi, ilerici insanların duyduğu harareti gördüğümde aklıma bu hikaye gelir. Gelenekselcilerin, milliyetçilerin ve yerlilikten yana olanların, tabiatı gereği iyi olmalarından kuşku duyabilirsiniz. Fakat bunları tartışmanın dışında mı tutacaksınız? Çoğu kere insanlar, David Duke’e, Roger Garaudy’ye veya Abbe Pierre’e, ninelerimizin müstehcenliğe tepki verdiği gibi tepki veriyor. Bu, Yahudilere hak etmedikleri bir acı yaşatmaya neden olmaktan kaçınmak için iyi ve doğru yaklaşım gibi görünüyor. Ancak, Yahudilerin üstünlüğüne inananların aynı derecede aşırı görüşleri, merkez medya tarafından yaygınlaştırılmaktadır. Sonuçta da taraflı söylem devreye girmektedir.
Mesele yalnızca (hatta esas olarak) kutsal olan konuşma özgürlüğünü anlamsızlaştırmakta yatmıyor. Daha feci sonuçlar sözkonusu. Bu tartışmadaki sessiz bir katılımcı olan Vatandaş Joe, aklı başında, normal ve iyi bir insan. Önerilen aşırılıklardan birini seçmiyor, onun yerine yelpazedeki orta yolu arıyor. Hepimiz bunu içgüdüsel olarak yaparız. Farklı eğilimler sunulduğunda, uçlar arasında bir orta yol bulmaya çalışırız. İyi insanlar, söyleme meyleder, yargımızı çarpıtırlar.
Sözgelimi medya; Irak hemen bombalanmalı mı, önce silah aramasından mı geçirilmeli yoksa rahat bırakılmalı mı diye tartışır. İyi, makul bir insan olarak Vatandaş Joe, orta yolu seçerek Irak’ın aranmasını tercih eder. Bizim tavrımız (“temelli olarak Irak’ın dışında kalın, hatta adını bile unutun”) uç bir görüş olduğu için, aynen “bombalama” seçeneği gibi kaybeder. Orta yol kaybetmez. Orta yolu işgal edebilmemiz için tartışmanın, Muraviec ve Perle’ün görüşleri gibi uç görüşleri de kapsaması gerekir; ancak onların zıt kutuplarıyla birlikte.
Bu görüşler, bize, Pentagon’daki Yahudi şahin yavrularının görüşleri kadar sevimsiz gelebilir elbette. Bir İsrail vatandaşı olarak, İsrail’e atom bombası atmaya yahut tüm Yahudileri ABD’deki etkili görevlerden uzaklaştırmaya yönelik bir çağrıdan hoşnut olmam. Ancak bu yakışıksız görüşler, Semitizm eğiliminin şimdiki saldırısına çok gerekli olan bir denge sağlayacaktır. Bu görüşlerin etkisine maruz olsa bile Vatandaş Joe orta yolunu seçecektir. Bu iyi insan, “Hayır, İsrail’i bombalamamalıyız. Belki de ticaret ambargosu ve deniz ablukası yeterli gelecektir” diyecektir. Ya da “Hayır; bizim şahane Yahudi belediye başkanımız gitmesin, ama Perle ve Wolfovitz gidebilir” diyecektir.
Aşırı bir görüş genelde kaybeder. Düşman bu görüşü bilir, tartışmada kendi aşırı seslerinin varolmasını sağlar. Ku Klux Klan’ın liderlerinden olduğu için David Duke tartışmaya sokulmuyor; fakat Kahane Zümresi’nin (ırkçı olduğunda kuşku yok) eski bir üyesi olan Yossi Halevy New Republic’te yazarken işkence taraftarı Dershowitz de New York Times’ta yazıyor. Onların aşırı görüşlü olmadıklarını sağlamak için de Nathan Lewin ile Amiati Etzioni’yi getiriyorlar. Etzioni, George Washington Üniversitesi’nin kıdemli profesörlerinden olup, Elie Wiesel, Simon Wiesenthal ve Abe Foxman’ın dostudur. Lewin, bir federal yargıçlık makamına adaydır. Bunlar, intihar saldırısı düzenleyen bombacıların aile bireylerinin idam edilmesini istiyor. Bunlar boy gösterdikten sonra, mutedil biri olarak Dershowitz çıkıp “aynı caydırıcılık seviyesi, boşaltmaları için sakinlerine şans verildikten sonra intihar bombacılarının köylerinin yerle bir edilmesiyle de elde edilebilir” diyor. Aşırılardan Lewin de bunu, “beyin kanserini tedavi etmek için aspirin kullanmaya” benzetiyor. David Duke asla bu düzeyde vahşileşmedi. Ama o tartışmalardan dışlanırken, bunlar dışlanmadı.
İsrail’i ele alalım. Ülkemizdeki görüşler yelpazesi, tüm Yahudileri sürüp çıkarmak isteyen İslami Cihad fanatiklerinden, Yahudi olmayan herkesi öldürmek isteyen Marzel fanatiklerine kadar uzanır. Bu yelpazede benim kendi pozisyonum orta yoldan başka bir şey değildir. Öldürmek yok, sürmek yok, yalnızca tüm toplumların barış içinde birarada yaşaması var. Normal bir tartışmada benim tavrım kazanır, birleşik hür Filistin hayata geçer. Ancak tartışma taraflıdır. Önce aşırı Arap görüşleri engellenmekte. Sonra da mutedil Araplar kendilerini “aşırılar” olarak bulmakta, fiilen önleri kesilmekte. Nihayet, en yumuşak Yahudi olmayanlar (Ahmed Tibi ve Azmi Bashara) aşırıların yerini almakta, tartışmanın dışlında bırakılmakta.
Bir ucun dışlanması orta yolun kaymasına neden olur. Sonuçta, Yahudiler ve Filistinliler için eşitliği savunanlar, kayan orta yolda olmak yerine, kendilerini aşırı bir uçta bulurlar. Aşırılar olarak tartışmadan dışlanırlar. Haaretz’in intifada öncesi bir kamuoyu araştırmasına göre İsraillilerin ve Filistinlilerin %30’u herkes için eşit hakların olduğu tek devlet fikrini desteklemesine rağmen, bunların görüşü tartışmada hiç temsil bulmamaktadır.
Diğer yandan, Yahudi terörist örgütlerin liderleri düzenli biçimde Haaretz’de yazılar yazıyor. Filistinlileri öldürmekten hapse atılan (sonra da Cumhurbaşkanı tarafından affedilen) Haggai Segal, gazetenin liberal sayfalarında sık sık yazıyor. Ancak zıt görüşler olan Hamas ve İslami Cihad’ın görüşleri, Filistin merkez basınından bile özenle dışlanıyor. Sonuçta orta yolun kayması kontrolsüz biçimde devam ediyor. Likud siyasetçileri aşırı değildirler. Böyle olmamalarını da kendi saflarındaki aşırıları tartışma içinde tutarak sağlıyorlar. Ariel Şaron bir aşırı değildir, çünkü Liberman ve Landau’ya kendi sağcı muhalefetini yaymaktadır. Şimdi, bu caniler de aşırı olmak istemiyor ve yeni bir sesi, Hebron’daki Yahudi yerleşiminden insan yiyen bir canavar olan Baruch Marzel’i ön plana çıkarıyor. Marzel’in yanında Karındeşen Jack melek kalır. Marzel’in adamları, liberal Haaretz’de bir platforma sahiptir, tartışmanın içindedirler.
Bunların Batı’daki muadilleri, yani Yahudi şövenistleri Conrad Black ile Mort Zuckerman, büyük bir medya kitlesine sahip olmaları sayesinde tartışmanın aktif katılımcılarıdır. Ancak onların tam karşıtları Horst Mahler veya Nick Griffin dışlanmaktadır. Bu aşırılar olmaksızın, kendilerini uçta buldukları içindir ki küreselleşme ve Siyonizm karşıtlığının mutedil sesleri de dışlanmaktadır. Amerikan demokrasisinin kurucu babaları, muhaliflerinin görüşlerini açıkça ifade etme hakkı için ölmeye hazırdı, çünkü bir kimsenin fikirlerini yaymak için yelpazede daha radikal seslerin olmasını sağlamak gerektiğini biliyorlardı.
Dengeli bir Filistin söyleminde Hamas ve İslami Cihad’ın görüşleri temsil edilmelidir. Ancak bunların ateşli taraftarları dahil edilir, hesaba katılırsa intihar bombalamalarını verimli biçimde tartışabiliriz. Aksi takdirde, dinamit bağlanmış bir kemer, onların görüşlerini ifade etmelerinin tek yoludur. Dahası, onlar olmadan, Edward Said bir aşırı olarak gösterilmektedir.
Almanya, “sineklere hayır; kartallara hayır” politikasının klasik bir örneğidir. II. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini müteakip, Milliyetçi görüş tartışmalardan dışlandı. Şimdi, Almanya’nın fazla uysal ruhu ezilmiştir. Almanya, cebindeki her fazla kuruşu Siyonistlere ödemeye, Yahudi devletini silahlandırmaya harcamaktadır. Eski Sovyetler Birliği’nden isteyen her Yahudi kökenliyi ülkesine getirmekte, yerel Yahudi liderlerin bu şaşkın mültecilerin beynini Almaya nefreti ve ayrılıkçılıkla yıkamalarına izin vermektedir. Çok zayıf bir Yahudi kimliğiyle (o da kalmışsa eğer) Almanya’ya gelmiş bu talihsiz insanlara rastladım. Bunların çocukları, makineli silahları olan cüsseli adamların koruduğu ve parasını da Alman vergi mükellefinin ödediği ayrı Yahudi okullarına zorlanıyor. Onlara vatanlarının İsrail olduğu, Almanya’nınsa gözlerini ayırmamaları gereken lanetli bir yer olduğu öğretiliyor. Bu durum, içinde yaşadıkları ülkeyle dayanışma ve özdeşleşme arayan ama reddetmeleri için beyinleri yıkanan çocuklarda pekçok psikolojik sorun yaratıyor.
İsrail Cumhurbaşkanı Katzav’ın geçenlerdeki Almanya ziyareti hakkında “Alman solu, ırkçı devlete nükleer başlıklı denizaltılar satmaya karşı çıkma görevine ihanet emiştir” diye yazmıştım. Dostum Ingrid K, Berlin’den şöyle yazdı:
Polis koruması altındaki Neo-Naziler ile anti-anti-Semitiklerden oluşan aptal fraksiyon arasında kaybolan az sayıdaki insanın yanında yeralmak istemedim. Almanya’da Sol, üzücü bir güçsüzlük ve şaşkınlık seviyesine geldi. Şaşkınlığı, Almanya’da ortaya çıkmakta olan “yeni anti-Semitizm” ile mücadele eden bir grup “Sol” siyasi yazara artan övgüde zirveye ulaşmaktadır. Irkçılığa karşı çıkan ve neo-Nazizme karşı olan genç insanlar, Sol’daki ve kendi öz ruhlarındaki gizli anti-Semitizmi keşfetmek için ateşli bir mücadele vermektedir.
Haaretz, “solcu Alman gazeteci, insan hakları eylemcisi ve entelektüeli” Thomas von der Osten-Sacken (“Irak’taki insan hakları üzerine Almanya’daki en önemli uzmanlardan biri”) ile uzun bir söyleşi yayınladı. Bu “solcu”, bir yandan kendisini “Marksist” olarak tanımlarken, bir yandan da Irak’a savaş çağrısında bulunuyor, Yahudi devletine, globalleşmeye, Amerika’ya ve bankalara desteğini ifade ediyor. Bu garabetler, Alman milliyetçi geleneğini dışarıda bırakan taraflı tartışmanın doğrudan bir sonucudur. Eğer bu gelenek dahil edilmiş olsaydı, Vatandaş Hans, Yahudi göçmenleri sınırdışı etme çağrıları ile onlara şimdi yüceltilmiş yerlerini verme çağrıları arasında bir orta yolunu bulacaktı. Onları topluma entegre edecek, Yahudi liderlerinin yabancılaşmalarını artırma ve Almanya içerisinde bir beşinci kol yaratma çabalarını derhal durduracaktı. Ingrid K, Almanya sahnesine ilişkin raporunu şöyle tamamlıyor:
Filistinlilere destek vermek, bir tür cesaret sınavıdır ve anti-Semit olarak adlandırılma riskinizi getirir. Acı ama gerçek, birlikte çalıştığım küçük politik grup, Michael Neumann’ın benim Almancaya tercüme ettiğim “Anti-Semitizm Nedir” başlıklı usta işi makalesini web sayfamızda yayınlamaktan korktu. Yürek yok. Ama asla pes etmemeliyiz.
Ingrid, Alman uysallığının nedenini hâlâ anlayabilmiş değil. Aksi takdirde, nefret ettiği insanlar (Alman aşırı anti-globalist sağı) için gerçek konuşma özgürlüğü ve tartışmaya tam katılım isterdi. Sırf tartışmada Horst Mahler’in varlığı, dostum Michael Neumann’ın güzel çalışmasının yayınlanmasını amaçlandığı gibi tartışmalı olmayan bir entelektüel çalışma yapacaktır.
Fransa’da da Roger Garaudy dışlanmakta, aforoz edilmektedir. Eski Komünistlere bir nebze destek ifade etme cüretini gösteren evliya gibi bir Fransız olan Abbe Pierre de kendini dışlanmış buldu. Elbette ki Garaudy’nin görüşlerini herkes beğenmiyor. Ancak onun tartışmalardan dışlanması, çok ılımlı insanları ve Filistin’in dostlarını aşırılara yöneltmiştir.
- Dünya Savaşı sonrasında Milliyetçi Sağ’ın dışlanması geçerli nedenlerle yapılmıştı. Ancak, Çin’de sineklere ilişkin durum da böyleydi. Yahudiler Avrupa’da her zaman kuvvetli bir etkiye sahip olmuşlardı. Bana göre de her zaman için faydalı bir etki değildi bu. Yine de savaş öncesinde Yahudilerin etkisi Kilise, elitist olmayan Sol ve Milliyetçi Sağ tarafından etkisiz hale getirilmişti. “Sineklere hayır” politikası, bu güçlü Yahudi etkisini önemli bir hale getirdi ve Avrupa ve Kuzey Amerika medeniyeti iskambil kağıdından bir ev gibi devrilmeye başladı. Globalleşme, neo-liberalizm ve Avrupa kültürünün solması, denge yokluğunun sonuçlarıdır.
Hıristiyanlık, önyargının kurbanlarından biridir ve Avrupa sanatının köşe taşıdır. Son dönemlerdeki bir Fransız filmi olan Kurtların Kardeşliği, Hıristiyan Kilisesi’ni pek de incelik olmadan kötülüyor. Yarı insan bir canavar, bir haçı amansızca bize savuruyor; katiller çetesinin önderi bir papazdır; canavarın ini haç ve çarmıhlarla doludur; Fransa’yı tekrar imana getirmek amacıyla kilise müdavimleri, masum kadınları ve çocukları öldüren bir ayinler zinciri oluşturuyor.
Filmin bir yansıması papazın yerine bir hahamı koyacak, canavara Süleyman’ın mührünü savurtturacak, bir dizi dindar Yahudiye menfur emelleri için ritüel cinayetleri işlettirecektir. Kuşkusuz böyle bir film, Fransa’da 1945 sonrasında asla gösterilmezdi. (Her ne kadar bu, ritüel cinayetler üzerine yazılmış bir kitabın evrensel kınamalara rağmen Suriye’de yayınlanmasına benzese de). Fakat Fransız film yapımcısı Samuel Hadad kınanmadı, eleştirilmedi. Fransız izleyicisi, Kilise ve Hıristiyanlığa saldırılara öylesine alışkındır ki, filmin pek de saf olmayan mesajını bile fark etmedi. Doğrudan bilinçaltlarına gömülüp gitti.
Bu film Fransızları korkutmadı, çünkü aynı zamanda Rudy Cohen’in yapımcılığını üstlendiği The Body (Beden) onlara sunulmuştu. Okuyucum ve arkadaşım Francois B., filmi şöyle tarif ediyor:
İsrailli askerler kovboylar gibiler; cesur ve ölümsüz. Filistinliler ise teröristler; Kızılderililer gibi aptal ve korkak. Filmin kötü adamı, Vatikan hiyerarşisinde çok yükseklerde, Papa’dan sonra 2. veya 3. sırada olan bir Katolik. Çok dürüst, sevimli ve dindar olmayan İsrailli arkeolog da Torinolu Kutsal Kefen’i “aşağılık bir üçkağıtçı” olarak adlandırıyor.
Bu film de Fransızları korkutmadı. Çünkü, rahmetli Papa Pius XXII’e saldıran Amin gibi filmlere alışık onlar. Öne sürüldüğü üzere, filmin afişindeki haç, bir Nazi gamalı haçına dönüşüyor.
“Bir kötülük, bir başka kötülüğü haklı çıkarmaz” der iyi insanlar genellikle. “Yahudi ırkçıları kötüdür; anti-Hıristiyan filmler de belki yakışıksızdır, ancak bu demek değildir ki Yahudi karşıtı ırkçıları hoş göreceğiz, Yahudi karşıtı filmleri destekleyeceğiz. Hepsine karşı çıkacağız”.
Mesele şudur: İyi insanlar, anti-Hıristiyan ve Yahudi yanlısı eğilimi durdurabilmekten hayli uzaktırlar, çünkü Yahudilerin üstünlüğüne inananlar bugün dünya medyasının ve servetinin büyük bir kısmının kontrolünü elinde bulunduruyorlar. Bunun yanında bu eğilimler durdurulamaz niteliktedir. Ancak karşıt denge oluşturulabilir. İyi insanların yapabileceği, karşıt düşünceyi durdurmaktır ki bunu da çok etkili biçimde yaparlar. Yazılarımda sık sık, Hıristiyan ve Müslüman evrenselciliğinin Yahudi özelciliğine olan avantajlarından bahsettim. La Fabrique’in editörü, iyi Yahudi solcu Eric Hazan, benim makalelerimi yayınlamayı reddetti, çünkü “edebi niteliklerine rağmen, Fransa’da taraftarlığını yapmanın zor olduğu kimi fikirleri, esas olarak Hıristiyanlığın üstünlüğü fikrini, içeriyorlardı”. Eminim ki Eric Hazan, Yahudiliğin ezici üstünlüğüne dair güzel bir eseri de basmaz. Oysa böyle bir çalışma, Goldhagen ve Oriana Fallaci’nin yayıncıları tarafından milyonlarca nüsha olarak basılır. Bir işbölümü görüntüsü veriyor bu. Yahudilerin üstünlüğüne inananlar Yahudi üstünlüğünü teşvik ederken, Solcuların görevi, evrensel değerlere müracaatla yapılan dengeleme çabalarını durdurmaktır. Böylece, tartışmayı taraflı hale getirmeye iyi insanlar, kötü insanlar kadar katkı yapmaktadır.
Filistin’in dostlarının yumuşak yazılarında anti-Semitizm bulma çabaları, tüm boyutlarıyla Yahudi paradigmasının (Soros’tan Şaron’a, Yahuda’dan Maimonides’e, Freud’dan Popper’a, Podhoretz’den Gusinsky’ye, Lunawitscher Rebbe’den Sulzberger’e kadar) gerçek ve açık düşmanlarının yokluğu sayesinde mümkün olmaktadır. Bu insanlar vardır ama sesleri kısılmaktadır. Onları sevmek veya hemfikir olmak zorunda değiliz, ama tartışmamızda aktif katılımcılar olarak onlara ihtiyacımız var. Zira aksi takdirde Batı dünyasının orta yolu, Peres ile Soros arasında bir yerlerde kalacaktır.
Richard Perle’un Pentagon’da oturduğu, Elie Wiesel’in Nobel Ödülü’nü salladığı, Mort Zuckerman’ın USA Today’a sahip olduğu, Gusinsky’nin Rus televizyonuna patronluk ettiği, Soros’un milyarlarca dolarlık fonlara hükmettiği ve Dershowitz’in Harvard’da ders verdiği müddetçe, Duke’un, Sobran’ın, Raimondo’nun, Buchanan’ın, Mahler’in, Griffin’in ve diğer anti burjuva milliyetçilerinin seslerine ihtiyacımız var. Onların tartışma dışında tutulmalarını kabul edersek, Yahudi karşıtı bağnazlık ortadan kaldırılırken Yahudi bağnazlığı hoşgörülmüş olacaktır. Bu durumda, Vatandaş Joe için orta yol, dostum Bob Green’in deyişiyle, “birazcık Yahudi bağnazlığı” ya da “light Siyonizm” olacaktır.
Kültür Devrimi’nden binlerce yıl önce Çinliler ahengin sırrını biliyordu: karşıt fikirlerin Manichean dışı dengesi, Ying ve Yang ilkeleri. Uygun bir dengeye kavuşturulunca Yahudi fikirleri faydalı olabilir. Anti-Hıristiyan coşkunluk Kilise’nin aşırılıklarını sınırlayacaktır. Aynen, insanoğlunun kafası cennetteyken materyalizm ve egoizmin onun ayağını yerde tutabilmesi; feminizmin erkek şövenizmini dengeleyebilmesi ve Freud’un seks takıntısının spiritüalistlerin çileciliğini dengeleyebilmesi gibi. Dengelenenince, Siyonizm bile Yahudilerin Filistin sevgisinin insani boyutlarına indirgenecektir. Fakat dengeli olmak zorundadır.